İKLİMİN MÜLKİYETİ: HAVA, YAĞMUR VE RÜZGÂRIN PAYLAŞIM SAVAŞI
Meteorolojik kaynakların kontrolü üzerine
yükselen yeni hukuk düzeni
21. yüzyılın en sessiz ama en
sert savaşı artık gökyüzünde yaşanıyor. İklim, yalnızca bir doğa olayı değil;
ekonomik, askeri ve politik bir kaynak haline geldi. Havanın mülkiyeti,
yağmurun yönü, rüzgârın akışı hepsi artık küresel strateji belgelerinde birer “jeopolitik
varlık” olarak yer alıyor. Artık suyu kontrol eden değil, iklimi yöneten
güç kazanıyor.
İklim mühendisliği
(geoengineering) teknolojileri, bir yandan kuraklıkla mücadelede umut, diğer
yandan doğanın dengesine müdahalenin en sofistike biçimi. Güneş ışığını azaltan
stratosferik enjeksiyon projeleri, bulut tohumlama operasyonları, yapay yağmur
sistemleri ve rüzgâr akımı yönlendirmeleri... Her biri, atmosferin üzerindeki
görünmez bir “egemenlik savaşı”nın araçları haline geldi. Bugün bir
ülkenin tarımsal üretimi, sınır ötesi hava akımlarına bağlıyken, bu akımların
yönü artık doğal değil, politik kararlarla şekillenebiliyor.
Ancak bu gelişmeler, hukukun
önüne yeni sorular koyuyor:
·
Bir yağmur bulutunun mülkiyeti kime aittir?
·
Rüzgârın taşıdığı enerji kimin hakkıdır?
· Bir ülke, başka bir ülkenin kuraklık riskini
artıracak şekilde hava müdahalesi yaparsa, bu bir “doğa suçu” mudur?
Uluslararası hukuk, denizlerin ve
uzayın mülkiyetine dair anlaşmalar üretmişti, ancak atmosferin, bulutun ve
yağmurun mülkiyetine dair henüz net bir küresel rejim yok. Bu boşluk, büyük
güçler tarafından yeni bir ekonomik alan olarak görülüyor. Karbon piyasaları,
emisyon vergileri, hava kalitesi sertifikaları ve iklim kotaları üzerinden
yürüyen devasa bir finansal sistem, atmosferin görünmez bir borsa haline
gelmesini sağladı.
Bu yeni düzenin adı: “İklim
Egemenliği.”
Enerji güvenliği kavramı, yerini
iklim güvenliğine bırakıyor. Uluslar artık ordularını değil, atmosfer
istasyonlarını konuşlandırıyor. Her ülke, gökyüzü üzerinde “hava diplomasisi”
yürütüyor. Afrika’da bulut tohumlama şirketleri tarım için yağmur üretiyor,
Orta Doğu’da suyu değil, nemi depolayan tesisler kuruluyor.
Ve tüm bunlar, “kimin gökyüzü?”
sorusunu her zamankinden daha karmaşık hale getiriyor.
Sonuç olarak, iklimin
mülkiyeti meselesi yalnızca çevresel değil, insanlığın ortak yaşam alanının
adaletini yeniden tanımlayacak bir konudur. Eğer geleceğin savaşları su için
değil, hava için yapılacaksa, o zaman barışın da rüzgârla taşınan bir hukuk
dili olmalıdır.

0 Yorumlar