GIDANIN ADALETİ: ZENGİNİN OBEZİTESİ, FAKİRİN AÇLIĞI
“Bir tabakta israf, diğerinde
yoksulluk.”
21. yüzyılın en çarpıcı çelişkisi
işte bu cümlede gizli. Dünya tarihinde ilk kez, aynı anda hem aşırı tüketimden
ölenler hem de yetersiz beslenmeden ölenler çağında yaşıyoruz.
Bir yanda sofralarda fazlasını
çöpe atan zengin toplumlar, diğer yanda bir öğün bulamayan milyonlar… Bu sadece
ekonomik bir fark değil; insanlığın vicdan terazisinde bir kırılmadır.
Küresel gıda sistemi bugün
adaletsizliğin en görünür yüzü haline geldi. Birleşmiş Milletler verilerine
göre dünya genelinde üretilen gıdanın üçte biri, yani yılda yaklaşık 1,3 milyar
ton, israf ediliyor. Oysa bu miktar, açlık çeken 800 milyondan fazla insanı
doyurabilecek düzeyde. Ne var ki, gıdanın üretimiyle tüketimi arasındaki zincir
artık ekonomik değil, ideolojik hale gelmiş durumda.
Çünkü üretim az değil paylaşım
adil değil.
Gıdanın adaletsizliği yalnız
sofralarda değil, toprakta da başlıyor. Dünyanın en verimli arazilerinin büyük
kısmı artık yerel halkın değil, çok uluslu şirketlerin elinde. Afrika’da bir
çiftçi, kendi tarlasındaki mahsulü kendi ülkesine değil; ihraç kontratıyla
Avrupa’ya satıyor. Asya’da milyonlarca işçi, batılı markalar için ucuz iş
gücüyle üretim yaparken, kendi sofralarında ithal gıdaya muhtaç kalıyor.
Bu tablo bize şunu gösteriyor:
Gıda artık sadece ihtiyaç değil, bir tahakküm aracıdır.
Zengin ülkelerde obezite oranları
hızla yükseliyor. Hazır gıdalar, şekerli içecekler ve ultra işlenmiş ürünler,
toplumsal bir refah göstergesi değil, kontrolsüz tüketimin simgesi haline
geldi.
Fakir ülkelerde ise temel
besinlere erişim azalıyor, yetersiz beslenme çocuk gelişimini, eğitim ve üretim
kapasitesini doğrudan etkiliyor. Yani biri “fazla yemekle” diğeri
“yemeksizlikle” hasta oluyor. Bu, gıdanın değil, sistemin hastalığıdır.
Gıda adaletsizliği, iklim krizini
de derinleştiriyor. Zengin ülkeler aşırı tüketimin çevresel bedelini, fakir
ülkelerin doğasına ödetiyor.
Karbon ayak izinin en düşük
olduğu bölgeler, kuraklık ve afetlerle en çok zarar gören yerler. Yani
adaletsizlik sadece insanları değil, gezegeni de aç bırakıyor. Bu tabloyu
değiştirmek için önce zihniyeti değiştirmek gerekiyor.
“Üreticiye değer vermeyen bir
toplum, geleceğine sahip çıkamaz.”
Yerel üretimi destekleyen, israfı
önleyen, gıdaya erişimi temel insan hakkı olarak gören bir anlayış, yeni çağın
“gıda adaleti anayasası” olmalı. Çünkü bu mesele sadece ekonomi değil, ahlak
meselesidir. Bir tabakta kalan lokma, başka bir yerde bir çocuğun yaşamına denk
gelir.
Türkiye bu konuda güçlü bir rol
üstlenebilir. Coğrafi çeşitliliği, üretim gücü ve kültürel dayanışma bilinciyle
adil gıda sistemleri kurmak hem insani hem stratejik bir fırsattır.
Kooperatifleşme, yerel pazarlara
erişim, atık gıda dönüşümü ve sosyal yardım ağları, bu adalet zincirinin
halkaları olabilir. “Gıdanın vicdanı” olabilmek, sadece üretmekle değil,
paylaşmakla mümkündür.
Gelecekte uluslar topraklarıyla
değil, sofralarının adaletiyle değerlendirilecek. Zengin sofralarla aç mideler
arasındaki uçurum kapanmadıkça, hiçbir ekonomik büyüme sürdürülebilir değildir.
Gerçek kalkınma, refahın değil; vicdanın eşit dağıtıldığı bir dünyadır.

0 Yorumlar